Büyük Türk milletinin yetiştirdiği son Başbuğ Alparslan Türkeş, yaşasaydı 96 yaşına gelmiş olacaktı. 25 Kasım 1917 yılında yavru vatan Kıbrıs’ta dünyaya gözlerini açan Başbuğ’umuz, henüz çocuk yaşında kendisini milletimize karşı yürütülen amansız bir mücadelenin içerisinde bulmuştur.

İngilizler, Osmanlı Devletinin yorgun ve güçsüz olduğu dönemde ‘fırsat bu fırsattır’ diyerek, Kıbrıs’ı Rumlara pazarlayabilmenin derdine düşmüş ve Kıbrıs’ta 1571 yılından bu yana varlığını sürdüren Türkleri yok sayan bir anlayışı benimsemiştir.

Bu durum zamanla Kıbrıs’ta düşmanlığa, kan ve gözyaşı dökülmesine sebep olmuştur. Bunun üzerine Kıbrıs’ta yaşayan Türkler, Anadolu’ya yani Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır.

İşte bu acı hadiseler sonucu Türkeş ailesi de İstanbul’a göç etmiş ve babasının da isteği üzerine küçük Türkeş, çok sevdiği askerlik mesleğine ilk adımı atabilmek için 1933’te Kuleli Askeri Lisesine girmiş, 1936’da mezun olmuş ve Harp Okulu’na geçmiştir. Harp Okulunu da başarı ile bitirerek 1939’da Teğmen rütbesi ile ordu saflarına katılmıştır.


Başbuğ Alparslan Türkeş 80 yıllık yaşamında sürekli zorluklarla karşılaşmış ve hiçbir zaman bu zorluklar karşısında kendi rahatını düşünmemiştir. Atatürk sonrası unutulan, unutturulan, önemsizleştirilen Türkçülük-Milliyetçilik fikri; aralarında Başbuğ’umuzun da yer aldığı ve 23 vatanseverin öncülük ettiği 1944 yılında yapılan meşhur ‘yürüyüş’ sayesinde yeniden canlanmış, yok oldu sanılan Türklük bilinci bir kez daha milletimizin gönlünde ve beyninde hayat bulmuştur.

Bu tarihi hadisenin kahramanlarından olan Başbuğ’umuz diğerleri ile birlikte ‘Irkçılık-Turancılık’ davasında yargılanmış, çok ağır işkencelere maruz bırakılmıştır. Ancak verilen bu büyük mücadele sonucunda başlar yere düşmemiş, hüsran yaşanmamış; bilakis zafer nidaları yükselmiş ve kıyamete kadar kutlayacağımız bir bayramı, 3 Mayıs’ı kazanmışızdır.

1968 sonrası ülke genelinde birliğimizi ve dirliğimizi bozmak, aynı zamanda İslam ve Türklük şuurunu tamamen fes etmek için kollarını sıvayan komünizmin planlayıcıları, yerli işbirlikçileri sayesinde Türkiye’yi kutuplaşma, kamplaşma ve bölünme ortamına sürüklemişlerdir.

Bu durum aynı ülke çocuklarının sadece farklı düşüncelere mensup olduğu gerekçesi ile birbirlerinin kanını dökmesine ve ana-babaların gözyaşı akıtmasına sebep olmuştur. Yaşanan bu acı tablo karşısında neredeyse hiç bir devlet adamının müdahale etmek yerine seyirci kalması ise, halen ‘düşündürücülüğünü’ korumaktadır.

Yalnızca Başbuğ’umuz devletin selameti ve milletin bekası için, daha da önemlisi bin bir zorluklarla kurduğumuz Cumhuriyetimizin ilelebet yaşayabilmesi için her fedakârlığa göğüs germiştir.

Ülkede yaşanan kardeş kavgasına ve kargaşa ortamına son vermek için ‘bizim çocukların’ 1980 yılında yaptıkları müdahale, ülkücü harekete karşı indirilmiş bir balyoz niteliğindeydi. Vatan haini ile vatanseveri aynı kefede değerlendirip yargılayan ve suçsuz yere yıllarca parmaklıklar arkasında çile doldurmalarına sebep olan zihniyet; 1980 sonrası ülkücü hareketi toparlayan ve yeniden ivme kazandıran Başbuğumuz karşısında hayrete düşmüştür. Hayrete düşmüştür diyorum, çünkü Başbuğumuzu tanımıyorlardı. Onun derin teşkilatçılığını hayal edemiyorlardı.

Malazgirt ovasında Bizanslılara, meydanı nasıl dar etmişse Sultan Alparslan; “Bu topraklar Türkün toprağıdır!” diyerek, düşmana İstanbul’u nasıl dar etmişse Sultan Fatih; Anafartalar’da, Kocatepe’de ‘Ya İstiklal, Ya Ölüm!’ diyerek, yedi düvele nasıl dar etmişse meydanı Gazi Mustafa Kemal; Başbuğ Türkeş’de “ Ezan dinmez, Bayrak inmez, Vatan bölünmez!” diyerek, kızıl komünistlere Türkiye Cumhuriyetini dar etmiştir.

12 Eylül sonrası liderlere verilen siyasi yasakların kaldırılması ile Başbuğ; Türk siyasetinin daima aranan, fikirlerine başvurulan Bilge bir insan olmuştur. Çünkü şartlar ne olursa olsun o, önce “Ülkem, Devletim, Milletim” diyen bir anlayışa sahipti. Onun bu köklü devlet ve millet aşkı ile ileri görüşlülüğü sayesinde Türkiye Cumhuriyeti, birçok kez Meclis dışında olmasına rağmen aşılması zor badireleri aşmasını bilmiştir.

1990’lı yıllara gelindiğinde ülkemizin gerek içeride, gerekse de dışarıda karşı karşıya kaldığı ‘terör’ bağlantılı sorunlarında, zamanımıza kadar tazeliğini koruyan ‘çözüm önerileri’ hafızalarımızdan bir an olsun silinmemiştir.

Bugünleri görüyor olsaydı ‘PKK/BDP’ itlerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni dar ettirir, PKK ve destekçileri Barzani ile Talabani’ye inlerinde korku salardı. PKK’yı menfaatleri için silahlandıran hatta eğiten, sonra da şarlatanlığı su yüzüne çıktığında ‘müttefik’ gibi uydurma sözlerle bizleri (!) kandırmaya çalışan sözde dost ABD’yi unutamayacağı bir dille uyarırdı.

Bütün bu yaşananlar karşısında ‘sınır ötesi operasyon’ yapamayan, dünün salyangozu ile siyasi fahişesi Barzani ve Talabani’yi TBMM konutlarında ağırlayan, ABD’ye “sen bak işine” diyemeyen ve ayağına kadar giderek devletimizin ve milletimizin itibarını sarsan ve cahilce, şuursuzca bir şekilde alt kimlik- üst kimlik tartışmalarını başlatan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ise ‘Devlet Adamlığı’ dersi verirdi. Bu anlamda Başbuğ, Türk siyasetinde yeri zor doldurulacak büyük bir devlet adamıdır.

Evet Başbuğum, seni unutmak er kişi için mümkün değildir! Er kişi diyorum, çünkü er kişi olanlar devleti, milleti, bayrağı, toprak bütünlüğü için gözyaşı döken, çile çeken, mahpusluklarda bile Milliyetçi Türkiye’nin hayalini gören koca Başbuğ’un kıymeti bilirler.

Bilirler diyorum, çünkü dava adamlarına ahde vefayı da öğreten sensin! Artık vatan da sensin, bayrak da sen! Kokusunu içimize çektiğimiz toprak da sensin, uğruna bedel ödediğin devlet de sen! Ocak da sensin, parti de sen! Yürek de sensin, meşale de sensin, kılıç da sensin, börk de sensin, azim de sen! Azerbaycan da sensin, Türkistan da sen! Ötüken de sensin, kan ağlayan Kerkük de sen! Urumçi de sensin, Gazze de sen! Sevda da sensin, özlem de sen! Gayrı bundan sonra söylenecek söz de sensin, ey Türk illerinin ulu Başbuğu!..

Hainlerin fazlasıyla kol gezdiği şu günlerde, sinir katsayımız daha da artmış durumda. Yaşananlar karşısında bazen iç geçiriyor, bazen de geleceğe dönük ister istemez endişeye kapılıyoruz. O yüzden gecenin karanlığında da, gündüzün aydınlığında da seni görüyor, seni özlüyoruz. Daha dün gibi hatırlıyoruz, PKK’nın siyasi uzantılarına televizyon ekranlarında “ Vatanımız için can vermek gerekiyorsa, can veririz. Kan dökmekse, kan dökeriz!” veya mozaik tartışmaları ile ilgili “ Ne mozaiği ulan! Bu ülke mermerdir, mermer! ” dediğini.

Türk dünyasının bilge lideri, Türk siyasetinin yeri doldurulamaz büyük devlet adamı ve Ülkü Ocaklıların, ülkücü gençliğin efsanevi Başbuğ’u; seni unutmak tükenmektir, silinmektir, yok olup gitmektir! Şunu bilmesi gereken herkes bilsin ki hiçbir güç bizlere seni unutturamayacaktır! Bilakis ülkünün takipçisi olacağız ve bir gün, evet bir gün; Kızıl Elma’ya at salan Türk Milliyetçileri mutlaka Milliyetçi Türkiye’ye ve Turan’a kavuşacaklardır!..

İşte o zaman öksüz dediğin ‘Tuna’, eskiden olduğu gibi çılgınca çağlayacak. İşte o zaman ‘Karabağ’, ‘Kerkük’, ‘Doğu Türkistan’ hürriyet aşkını tadacak! İşte o zaman yüce Türk milletinin kaybolan itibarı iade edilecek! Bundan kimsenin şüphesi olmasın!

Nesimi’nin derisi yüzüldü, Küffar’ın yüzü güldü. İdraki ile gökyüzüne kanat çırpıyorken Mansur’u astılar, ardı sıra Abdal, Abdal Pir Sultan’ın sazını kırdılar. Şah-ı Merdan bir hışımla düldüle bindi, mühim Türk Enver peşinden gitti; eziyet fena, acı büyük; öte âlemde hesap kesin, hesap çetin.

Ey ballar balını bulmuş ve kovanlarını yağma ettirmiş güzel insanlar! Yokluğunuzda arı idi Başbuğ Türkeş, Allah Allah diyerek ahu zar ile bal içinde inleyen. Yokluğunuzda güller arasında bülbül misali öten bir başka mühim Türk olan Başbuğumuza kapıları bizzat sizler açın, buyur edin, “Oğlum Türkeş” hoş geldin deyin..

Sevdanız sevdamız, kavganız kavgamızdır!
Rahmet cümlenizin üzerine yağmur olsun ve yağsın!