Haksız kazanç elde edip zengin olarak, yahut başkalarının hakkını gasp ederek kendine çıkar sağlayıp bol kazançlı yüksek makamlara ulaşmak anlamında kullandığımız bu deyim, hukuk sisteminde her zaman görülen yanlış uygulamalarla ilgilidir.

     Bilindiği gibi yargıçlar, ihtilafları çözmeye, haklıyı haksızdan ayırmaya memur kişilerdir. İlk insanlardan itibaren, adına ne denilirse denilsin yargıç olacak kişinin bilgili, saygın, tecrübeli, gün görmüş kişilerden seçilmesine dikkat edilirmiş, en önemli özellik olarak da onlarda, güvenilirlik vasfı aranmıştır. Sonraki devirlerde yargıçlar, devletin resmi görevleri olarak sosyal yapıda yerlerini alınca, yine belli bir tahsil ve seviyeye ulaşmış olmaları şartı aranmıştır.

     Osmanlılar döneminde yargıçlara ’’kadı’’ denilir ve kadılık makamı büyük önem taşırdı. Tanzimat’la birlikte getirilen yeni teşkilat kapısına kadar da(1839), bu önemini korudu. Daha evvel kazaskerlere ve dolayısıyla sadrazama bağlı olan kadılar, bu devirde şeyhülislamlık makamına bağlandılar. II. Meşrutiyet’le birlikte (1908) adliye teşkilatına naklolundular. Cumhuriyet devrinde ise kadıların yürüttükleri şer’i mahkemeler  lağvedilerek, bugünkü yasama teşkilatı kuruldu.

      Kadılık kadar suiistimale açık, başka bir meslek daha bulmak zordur. Özellikle de taşrada!... Çünkü kadılar, tamamen vicdanlarına dayanarak hüküm veren insanlardır. İman ve dürüstlük, menfaat ve nefis ile çarpışınca, genelde bu ikinci grup galip çıkar: Hele bir de hesap soran yoksa! Bu durumda halk, kadı huzuruna çıkmaktan köşe bucak kaçacaktır elbette! Her ne kadar ‘’Ka           dı anlatışa göre fetva verir!’’ ise de Osmanlı’nın son asır kadıları için ‘’Davacın kadı olursa, yardımcın Allah olsun!’’ denilmiştir. Çünkü bu mesleği kabul etmemek için hapis yatmaya razı olan İmam-ı Azam’lar  çağı geçmiş, yerine ’’Kadı ekmeğini karınca yemez!’’ anlayışını ortaya koyan bir kadı hakimiyeti devri başlamıştır.

     Ömrünü mahkemeler icra etmekle çeviren nice kadıların Mahkeme-i Kübra’yı unutmaları, elbette acıdır! Ancak hepsini aynı kategoride değerlendirmek de haksızlık olur. Birkaç kadı kötü icraat yapınca, bunun hepsine teşmil edilmesi doğru değildir. Elbette kişilerin beşeri zaafları vardır. Ancak halk nazarında en dürüst olması gereken kişiler de şüphesiz kadılardır. Halk, kendinde leke kabul edebilir; ama kendisi hakkında hüküm veren kadıda asla!..

     Rivayete göre ‘’küpünü doldurmak’’ deyiminin ortaya çıkmasına neden olan olay, şu şekilde cereyan eder: Eski dönemlerde, Rumeli’de bir kasabaya bir kadı tayin olmuştur. Kadı zulüm ve soygunculukta kısa zamanda halkı canından bezdirir. Kasabalı, İstanbul’a bir ariza gönderir ve durumu anlatır. Padişah, kadıyı görevinden azleder. Kadı, kasabayı terk etmek için evinin eşyalarını kağnılara yükler. Halk sureta onu uğurlamaya gelmiş gibi evinin önünde toplanıp tecessüsle malını mülkünü gözetlemektedir. Kasabaya çulsuz gelen kadının üç dört kağnıya sığmayan eşyaları yüklenir. Son olarak kadı, evin mahzeninden bir küp çıkarır.

     Neyse!.. Kahyalar küpü zorlukla taşımışlar. Kadı küpü kağnıya yüklemeden evvel yere koydurtmuş, sonra merakla seyreden halka,

    -Yaklaşın demiş, yaklaşın;size bir şey göstereceğim!

    Herkes gelip merakla küpe bakmış. Görmüşler ki koca küp altınlarla dolu. Tabi ki bunlar, kendilerinden alınan altınlar. Halk gözlerine inanamamış halde, şaşkın şaşkın bakarken kadı söze başlamış:

    -Ey ahali: Size acıyorum. Haliniz harap, istikbaliniz hazin!.. Bakın hele şu küpe! Dolmasına iki parmakçık yer kalmıştı. Sabredemediniz!.. Şimdi yeni gelen kadı boş küp ile gelecek. Bense küpümü doldurmak üzereydim. Küpümü doldurduktan sonra, sizin için d çalışacaktım. Hizmetimden kendinizi mahrum bıraktınız!..

    -?!..